28 Ocak 2015 Çarşamba

ahmet amca'ların hayatımızdaki yeri ve önemi

ahmet amca'nın bazı hareketleri sanki uzun araştırmalar sonucu karar verilmişçesine sağlıklı ve/veya güzel olurdu.daha da önemlisi içten...
kahvaltıya peynirin üstüne reçel dökerek başlardı ve bunu ilk defa o yaparken görmüştüm.o kadar iştahla yerdi ki o peynir ve reçeli, böyle bir şeyin güzel olabileceğine ihtimal veremezken canım çekerdi bazen.ama hiç yemedim.ısrar ederdi, "oğlum gel sen de çay iç" diye.oğlu değildim ama oğlum derdi.yine de gitmezdim."afiyet olsun abi" derdim.her seferinde...utana sıkıla...
değişik biri değildi.ortalamadan sıyrılan bir yanı var mıydı bilmiyorum.benim için vardı ama...
cengiz kurtoğlu dinlemeye onunla başlamıştım.mahallenin teknik işlerini halleden gence karışık cd yaptırır, arabada son ses dinlerdi.karışık 1, karışık 2, karışık 3....
(bense şimdilerde bile kulaklıkla dinliyor olmama rağmen sesini kısar, biri görmesin diye etrafta insan varken elimle telefonun ekranını kapatmaya çalışırım.)
günde iki pakete yakın sigara içerdi. (belki de çoğu zaman 3 veya daha fazla) bir gün ahmet amcanın oğlu murat'ı beklemek için salondaki koltukta yanına bir yere oturmuştum.gerçi ona oturmak denemezdi, koltuğun ucuna kıçımın ufak bir kısmını bırakmıştım.geçen haftanın maç özetlerini izlerken, içinden bir tanesini, otomatikleşmiş hareketlerinin bir sonucu olarak çekip aldığı sigara paketini sehpanın üzerine uzaktan bırakınca öğrendim bu sigaranın adını.okumayı yeni sökmüşçesine dikkatle okumuştum. -zaten okumayı sökeli 3-4 sene olmuştu.-
marlboro...
acaba farklı bir şey mi içmeye başladı diye çok düşündüm, çünkü malboraydı o sigaranın adı.birileri tekelciden isterken yanlarında bulunmuşluğum vardı.
malbora...ismi bora olan biriyle tanışsam ve dalga geçsem diye çok hayal kurmuşluğum vardı.şimdi bütün o hayallerim suya düşmüştü.ya da bu sigara farklıydı.o gün buna anlam vermek istemedim...uzatmadım.
bütün dünyayı ateşe verecekmiş gibi bir hırsla yaktı sigarasını.duman, herkesten gizli mutfağa parmak ucunda basarak annenin misafir için yaptığı köftelerden araklamak için giden bir çocuk gibi, usulca, aralık bırakılmış pencereden dışarıya akıyordu, aynı sırada sonu spor'la biten, benim için önemsiz bir takım gol atıyordu.
birlikte sahile gittiğimiz de olmuştu birkaç kere.yol üzerindeki herkes onu görünce selam verir, ayaküstü laflarlardı.o konuşmalar benim için çok önemsizdi; borç harç, alacak verecek, geldin gittin...elde dönen ufak tespihler...ahmet amca'nın oğlu murat dikkatle dinler, kolunu omzuma dayar, bütün gücünü üstüme yıkardı bu konuşmaların önemine binaen..babasına yamuk yapan olursa "doğrayacağını" söylerdi.benimse aklım ve fikrim deniz kenarındaki uçan balon satan adamı izlemeye dalar giderdi.uçan balon, pamuk şeker...
babam ahmet amca'ya hiç benzemezdi.
babam bu dünyada, kendisi için köfte hazırlanan misafir, ahmet amca ev sahibi gibiydi.ahmet amca dünyaya ayak uyduralı yıllar olmuş, babam ise yeryüzüne, 30 yaşındarındayken dik açıyla indirilmiş gibiydi.üstelik babam yaşça büyüktü de bu ahmet abiden.
ahmet amca hayatın tüm sillesini yemiş ve bu silleleri dev bir ayna gibi geri yansıtmayı hayatının amacı edinmişken, babam karşılaştığı zorlukları ve yediği kazıkları o köfteler gibi fazla çiğneyemeden, utana sıkıla yutmuştu.hatta sindirmişti...
ahmet amca hayattan sille yemeyi bir görev olarak da bilmiş ve bunu herkese bağıra çağıra anlatırken, babam bunlardan utanır, sıkılır, olmamış olmasını diler gibiydi.
ahmet amca kibariye şarkılarını meze yapardı, babam arada sırada televizyonda kanalları gezerken rastladığı memleket türküleri dışında öyle müzik filan dinlemezdi.
öyleydi işte, ahmet amca hayatın acı, tatlı bütün taraflarını yaşamak için buradaydı ama babam bu hayata yalnızca bir arkadaşa bakıp çıkmaya gelenlerdendi.üstelik pek arkadaşı da yoktu.
bütün dünya ahmet amcanın arkadaşıydı...ahmet amca ara sıra murat'ı kafasından öperdi.babam bana yalnızca aylarca dönmeyeceği memlekete giderken sarılmıştı bir defa...
murat, bilgisayarında canı ne isterse son ses açar dinlerdi.bu şarkıların içinde geçen kelimelerin de bir önemi yoktu.aşklı ayıplı bütün kelimeleri olan o tuhaf şarkıları utanmadan dinlerdi.benim şarkı dinleyecek bir şeyim yoktu.bazen radyoyu açardım.

murat da babası gibi doya doya yaşardı.bakkaldan ekmek almayı sevmezdi, bilirdim ama alırken de bunu dünyanın en önemli göreviymiş gibi yapar, yolda çocuklar top oynuyorsa mutlaka oyuna aniden dahil olur.bu oyunu bozardı...yolda yürürken, bütün sokak onunmuş gibi elini kolunu sallaya sallaya, ayaklarını sağa sola atarak giderdi.omuzları hep dikti.sonra, sevgilileri olurdu, ayrılırdı ama bakardın yine sevgilisi var...gözleri de maviydi bu çocuğun.benim gözlerim kahverengiydi.sevdiğim bir kız vardı, o kadar..
bu çocuk beşiktaşlıydı.aslında beşiktaşın kadrosunu bile sayamazdı, ben bütün maçları radyodan dinlerdim.ama sanki çok koyu beşiktaşlıymış gibi arkadaşlarıyla toplanıp mahallede fenerbahçe şampiyon olduktan sonra asılan ne kadar bayrak varsa onları keser, yakarlardı.ben fenerbahçe bayrağını ancak odamın girince görünmeyen duvarına asardım.bizim eve gelme ihtimalini düşündüğüm her zaman da hep ezilir büzülürdüm.bu ne lan diyecek olsa, ne derdim bilmiyorum.neyse ki bize bir iki kez dışında gelmemişti.babasıyla babamın arasında o zamanlar pek de önemsemediğim bir husumet vardı.ondan gelmişlerdi yani...
bir gün ahmet amca bir mahalle kavgasında bıçakla ciddi bir şekilde yaralanmıştı.hepimiz apar topar mahalleliyle birlikte hastaneye doluşmuştuk.murat ameliyathanenin kapısında volta atıyor, zavallı annesi koltuklardan birinde elinde mendiliyle, bükülmüş ağlıyordu.mahallenin kadınları yanında sırtını sıvazlıyordu.hep birlikte ileri geri gidip geliyor, kadını sakinleştirmeye çalışıyorlardı.mahalledeki en ağır abiler bu haltı işleyenin icabına bakmak için yola düşmüş olsa gerekti...orta halli ağır abiler de hastanenin önünde sigara üstüne sigara yakıyordu.murat ve birkaç akrabası, mahalledeki çocuklar filan biz ameliyathanenin önündeydik.hepimiz pür dikkat, volta atan murat'ı izliyorduk.murat sinirli, gergin...öfkesi gözlerinden alev şeklinde fırlıyor, hepimizi yakmaya hazırlanıyordu.sonra birden murat kapının önünde yere çöktü ve ağlamaya başladı.bir çocuk gibi...bağıra çağıra, salya sümük...hepimizin gözü önünde...şaşkınlıktan ölebilirdik o an.ama kimse bozuntuya vermedi ve "kardeşim... kardeşim..." diyerek ona destek oldular.normalde ağlamayı bırak, suratı azıcık ekşiyen birine bile "karı gibi ne ağlıyon lan" diyecek o çocuklar, destek oldular...1-2 dakika bağıra bağıra ağladıktan sonra burnunu hırsla koluna silen ve kıpkırmızı kesilmiş murat bağırmaya başladı."o namussuzun ..." aklına gelen bütün küfürleri saydı.doğrayacaktı o adamı. -ama asla o cesareti olamayacaktı.- işte murat geri dönmüştü.murat yine yaşamıştı.bu defa üzüntüsünü...doya doya...erkekliğini...yansıtabileceği en beklenen şekilde, ağız dolusu küfürler savurarak...

ben annemin kanser olduğunu öğrendiğimde, kimse üzüldüğümü anlamasın diye nefesimi tutmuş, top oynayan çocukların yanından hızlı adımlarla eve gitmiştim.ben hiç bağırarak ağlamamıştım da.ben ağlamamıştım.ben annemin kanser oluşunu, tıpkı babam gibi,yutmuştum...
ahmet amca garipti işte...sanki her an patlamaya hazır bomba gibiydi.yanında dünyanın en huzurlu insanı olurdum, güvende hissederdim ama aynı zamanda silahı çıkarıp beni alnımın çatından vursa şaşırmazdım.ailecek böylelerdi.hayatın basılabilecek her yerine basmış, ayak değmedik toprak bırakmamışlardı.bizse mahallenin, eşini kaybedeli 20 sene olmuş yaşlı teyzesinin tülleri gibiydik.grileşmiş, eski, uçuşan...huzursuz...olmasa da olur şeylerdik.biz ailecek hayatı cam fanusun dışından  yaşamaya çalışırdık.
onlar bağırırdı, bize susun derlerdi.böyleydi...

biz dediğim, babam ve ben.
ahmet amcayı en son gördüğümde okey ıstakasıyla birini kovalıyordu.gülüyordu ama belki de sinirliydi.şaka mı yapıyordu ciddi miydi, bunu hiç bilemedim.
o sırada babam ve ben, eşyalarımızın yüklendiği kamyonu arabayla takip etmek üzere yola koyuluyorduk.arka camdan son kez bakıyordum mahalleye.biz gidiyorduk.
babamın öyle yada böyle, tırnaklarıyla kazıyarak seneler sonra ucuzundan bir arabası olmuştu, ahmet amcanınsa borcu hiç bitmezdi.
ama murat mahallede hep en karizmaydı.
benim gidişimi üst katta oturan mustafa dışında kimse fark etmemişti.


16 Ocak 2015 Cuma

boşlukta asılı kaldım ve



ölüm de hep bilmediğim bir dilin olgusu olarak kaldı.Tuhaftır ki yaşam da öyle. (ikisini de tatmış olduğumu iddia eder bir yaşama sahipken...) 19 senede yalnızca birkaç kelimesini söktüğüm tek dil ise yaşamla ölüm arasında sıkışmış olmanın dili.Arada kalmanın dili...Ne durağan halde olmanın, ne de adım atmış olmanın...Ne evetin, ne hayırın...Bu dil tamamen ayağın havada olmasının dili.Bu dil, ben kütüphaneye giderken onun eczacılığın karşısında duran seyyar kırtasiyeye doğru bakarken, hayef'in olduğu sokağa dönüşünün dili...
Buna ne dersem diyeyim nasıl tanımlarsam tanımlayayım, bütün haber kiplerini küçümseyecekmiş gibi hissediyorum. Geçişler üzerine kurulu yaşamı, oldu bittiye getirecekmiş gibi yani..
Nedir bunları söylememin sebebi diye düşününce, aslında tek bir zaman diliminde yaşamayı başaramıyor oluşumuzda bulur gibi oldum cevabı.Nesnelere büyük anlamlar yüklemek yüklenen her anlamda sürekli bir geliş gidişin içinde olmak. -bazen sırf buna dayanarak ışınlanmayı bulduğumuza bile inanıyorum-
Belki de bu fotoğraftır demek istediğim, bilemiyorum. Gün geçtikçe ölüme giden ama 'geleceğin' getirdiği bir gül, bir ölümden kalan vazo, bir şimdiki zaman göstergesi perde ve kalorifer...Present perfect tense'i geçmişte olmuş ama etkisi hala devam eden diye anlatmak yerine bu fotoğrafı gelecekteki öğrencilerime fırlatmak isterim. Alın size geçmiş, alın size geçmişte olan olay, alın size hala sürmekte olan etkisi, alın size şimdiki zaman, alın size geçiyor olmakta olan, alın size ölüyor olan---
hayır hayır bunu çocuklara yapmam...
bunu yalnızca kendime yaparım.
bunu yalnızca iç sorgulamalarıma cevap bulamayışlarıma yaparım.bunu atamadığım adımlara tepki olsun diye yaparım.
neyse bunlardan bahsetmeyeceğim.
seni biraz anlayamıyorum. -kendimi çok anlıyorum ya.-
anlayamadıkça içten içe kendimi bitiriyorum.bitik olduğum halde bitmek bilmiyorum.
neden bu kadar büyük beklentilerin var diye bağırmak istiyorum.ama bağırmam; bağırmadan önce sessizce söylemem gereken şeyler var.bağırmadan önce ellerimi sabit tutarken söylemem gereken, hatta fısıldadığım halde herkesin duyması gereken şeyler var. 

neden bu kadar umutlusun ve aynı zamanda umutsuzsun diyesim de var ama korkuyorum.
biraz bencil davranayım mı? davranayım...
benden bir umut olur mu. (soru işareti koymak biraz iddialı bir hareket olacaktı.) sahi, bu sahip olduğum hücreler, bu göz, bu ciğer, bu dalak, bu eller, bu kafam falan...bunları umuda dönüştürmenin bir yolu var mıdır? çünkü varsa olurum.
insanlar sana beklediğini vermiyorsa, bütün halimi köşedeki büfede 2 umutluk şeklinde bozdurabilirim.
bu umutla gidip 2 paket 'kısa parliament' alma ihtimalini de göz önünde bulunduruyorum.bilinsin istiyorum.
bunlar hep bazı koşullar altında mümkün ve güzel şeylerdi..
ona ulaşamıyor oluşumu zaman dilimlerine yüklemek istemem ama, öznesi kendim olan bir cümlede maalesef ki onu bulamıyorum.