26 Mart 2015 Perşembe

bir ben var benden içerisel laf salatası

6 yaşında olsa çok yüksek bir ihtimalle en üst katına çıktığında oradan bulutlara atlayıp bulutların üzerinde gezebileceğine inandığı binalara karşı üfledi bu kez dumanı.hep yere bakardı, zeminleri ezberlemeye alışkındı.
bu defa yukarıya bakıyordu işte, binaların tepesine.bu da mı çocukluğuna koşma çabasının bir sonucuydu?
oysa artık emindi, ve oralara koşamayacağının farkında olacak kadar büyüktü.o yolların artık dikenli tellerle çevrili olduğunu görebilecek kadar, büyüktü...
o yolların tamamen kapalı olduğunu görebiliyordu ve belki de zorlamayı en çok bıraktığı dönemdi.
gerçi artık dönemler birbirine karışmış, zaman algısı yok olmaya yüz tutmuş, renkler hiç olmadığı kadar canlanmış fakat canlanan her detay gözünü yormaya başlamıştı.
kafasına takılan her detayın peşine koşmaya çalışırken yok olur buluyordu kendini.
o kızın giydiği sarı kazağı hatırlıyor, bugün neler yaptığını -kronolojik olarak- merak ediyordu.
yahut herhangi bir gencin, eve gideceği yolları, eve gittikten sonra yaptıklarını, uyumadan önce düşündüklerini, alarmını kaça kurduğunu (alarm kurup kurmadığını ya da), arkadaşlarını, o arkadaşlarıyla ne zaman tanıştığını, o arkadaşların isimlerinin ikinci harflerini merak ediyordu.ve bunu yüzüne bile en fazla 1-2 defa baktığı halde merak ediyordu.
her şey sonsuza kadar geri gidebiliyordu ve eğer kendini durdurmazsa sonsuza kadar merak etmeye devam ediyordu.
hareketlerini kontrol etmek zorundaydı, cümlelerini de öyle.kendini susturmak zorundaydı çünkü yine insanların onu yadırgayacağı ve yüzeysel ithamlarda bulunacakları alanlara giriyordu.bu alanlar da en az çocukluk kadar, dikenli tellerle çevriliydi.tek fark, o alanlara kendi rızasıyla gitmek istemiyordu, ama kendini orada buluyordu.
peki, bu çocuğun doğum tarihi neydi, burcu, doğum saati, yükseleni, en sevdiği yemek..kitap okur muydu? en sevdiği kitap, en sevdiği cümle, en sevdiği harf, en sevdiği renk...
dur dur dur...dur artık düşünme bunları.
çünkü bunları yüksek bir ihtimalle anlatacaksın ilk fırsatta ve herkes bunu yanlış anlayacak.ya da anlamayacak.
yine anlaşılamayacaksın dur...
yemek buldun ye, anlaşılamadın kaç, felsefe bu.
ne zaman anlaşıldın ki? anlaşılmak nedir? o sonsuza kadar uzayan geriye gidişte nereye kadar gidebildin kendini anlatmaya çalışırken? 
hayır hayır...kendini zorlama sen hiç anlaşılamadın.bazı arkadaşça önerilere ve sorulara ihtiyacın var...
tamam...
yolları hızlı hızlı yürü ve sana bakanlara bakma, o değerli, harika çok güzel yüzünü herkesten uzak tut olur mu?
iltifat alırsan bu iltifatları bir aynaymışçasına yansıt, asla nüfuz etmelerine izin verme.
çünkü senin damarların ve senin damarlarında dolaşan kan bu tür şeylere alışkın değil.
sen kahveni iç, karton bardaklarla konuş, hiç tanışmadığın insanları uzaktan sev ve onları merak et.
sen sosyal başarısızsın, senin en yakın arkadaşın anlamsız merakın.sen yalnızca merak etmeye ve bu merakını kendi cevaplarınla gidermeye aşıksın bunu hala anlamadın mı?
galiba...
senin bir insanda etkilendiğin şey gözleri ya da gülüşü değil sen o insanı merak etmeye aşık olursun ancak.merakın gidince de aşkın biter...ki merakın genelde çabuk biter biliyorsun.
kendi verdiğin cevaplarla bu merak ettiğin kişinin cevapları uyuşmazsa her merakın biter.sen cevaplar vermeye de bayılırsın.
sen yoksa kendine mi aşıksın? 
yoo, kendinden nefret edersin sen değil mi?
evet...çoğu zaman...
neye dayanarak çoğu zaman? insanlara her zaman deyip duruyorsun?
çoğu zaman...çünkü kendini merak ederken seviyorsun değil mi? ve yazarken elbette.
kağıda yazdıklarını da seviyorsun, kağıt bulamadığında hayata yazdıklarını da.ama bunları durdurmak için de sürekli uğraşıyorsun.tutarsızsın...
evet hem de çok.

tanıdık insanlardan bir kalabalık etrafını sardığı zaman ağlamak istiyorsun ve gözünün insan görmediği yerlere kaçıyorsun.insanların seni önemsemediği kalabalıkları seviyorsun bir tek.
sen aslında öyle bir canlısın ki sana değer veren şey insanlar olsun istemiyorsun.onların merakı sana değer versin istiyorsun. insanlar seni yalnızca merak etsin istiyorsun. iş sevmeye gelince hep kaçıyorsun. ya da insanların cevapları senin cevaplarınla tutarlı olsun istemiyorsun.
bugüne kadar hep bunu yaptın.yaptığın şeyleri şöyle bir 4 işlemli problemin içine at bakalım. sonuç çizgisini çektiğinde sonuç olarak ne kaldı söyle bize.
kaçmak..
evet kaçmak kaldı.peki bunu bir sorun olarak mı görüyorsun?
öyleydi..öyle galiba..
hayır artık bunları umursayacak gücün yok.bu konuya tek yaklaşımın gülüp geçmek olabilir.bu konuya tek yaklaşımın, ezbere gittiğin yollarda yaptığın gibi, ezbere davranmak olabilir.
strateji geliştiremiyorsun bu konuda başarısız oldun.en büyük gücünü, dayanağını kaybettin.hayatın her alanına strateji yetiştiren bir fabrikadan ne farkın vardı? kabul et, strateji konusunda marka olmuştun artık. her şeye ama her şeye onlarca adımlık düşünce üretirdin. bundan sadist bir zevk de alıyordun ama başarısız oldun tatlım...
her insan gibi..
şimdi git ve yakındığın o gerçek hayat problemlerinden yakınmaya devam et ve yine her zaman olduğu gibi sadece işin düşünce gel buraya..içinde bulunduğun duruma dair bir stratejin olmadığı için köpekler gibi korkuyorsun.kork ya da korkma fark etmez, bu durumu değiştiremeyeceksin.
görüşürüz...

16 Mart 2015 Pazartesi

istenmemenin göstergeleri 1


istenmediğini bildiğin yerde, istenmek zorundaymışsın gibi hissettiğin yerde, istenmek istediğin halde istenmediğin yerde, önceden istendiğin halde artık istenmediğin  yerde... bakacağın fazla yer yoktur.bakacağın yer bellidir..
ya da yalandan sarıldığın, yalandan öpüldüğün, sarılmanın üçüncüsüne yeltensem mi yeltenmesem mi karar veremediğin, önceden doldurduğun kollardan şimdi uzak kalıyor olduğun yerlerde de aynı yere bakarsın...yer.
yere bakarsın ancak.
başını kaldıramazsın çünkü istenmiyor olmanın yükü tonlarca ağırlıktadır ve istenmediğin yerde bu ağırlığın tamamı başının ve omuzlarının üstündedir.
etrafta konuşan birileri de varsa, yani konuşmak yükü -en azından- senden alınmışsa, omuz çöker, baş eğilir ve tonlarla boğuşmaya, baş ağrına alışmaya başlarsın.
normal koşullar altında ağlarsın, kimseye belli etmemeye çalışarak.
şartlar normal değilse ağlamazsın.zaten eğer ağlarsan bu gözyaşları sudan filan değil, tüm bu düşüncelerinden yapılmış bir sıvıya dönüşür ve sen tüm bunları ortalığa saçarsın.
(başkasının evini kirletmemek lazımdır.)
halıdaki detaylar beynine kazınır.artık detayları fark ettikçe bir de bu detayları ezberliyor olmanın pişmanlığını duyarsın.
lanet olsun çünkü, şimdi bu halının şeklini ezberliyorum, şimdi bu halıya damlamış minik su lekesini görüyorum..kimsenin görmediği, görse de önemsemeyeceği o su lekesini...halıdaki konumunu beynime işliyorum..
sevgili halıya damlamış minik su lekesi, seni fark etmem, seni uzun uzun inceliyor olmam burada istenmediğim anlamına geliyor farkındasın değil mi?
teşekkür ederim.
her şeyin gerçek olduğunu bana göstermek için dev bir dalgaya dönüşüp bana çarptığın için.

12 Mart 2015 Perşembe

di'li geçmiş zaman için gelecek kurgulayamamak

şöyle söyleyeyim...
insanlar gerçek şeyler hakkında konuşuyorlar.di'li geçmiş zaman kipini kullanabiliyorlar rahatça.çünkü bizzat şahit olmuş, bizzat yaşamış, bizzat deneyimlemişler herhangi basit şeyleri.bunları insanlarla paylaşıyorlar.çok çok normal...artık zoruma gitmiyor.
insanlar mutlular, mutsuzlar yahut her neyse.ama bu olaylar yaşandı, gerçek hayatta olması mümkün veya olmuş şeyler yani.insanlar romanda gibiler ve bu romanların kahramanları gibiler...

beni yakından tanıyan arkadaşlarım bilir, bilim kurgu veya fantastik filmlerle, dizilerle aram pek iyi olmadı hiç.harry potter serisini bile izlemedim.
sınıfta bir arkadaşım edebiyat dersinde, fantastik romanları çok sevdiğini, çünkü zaten dünyada yaşıyoruz, okuduğumuz şeyler bari buradan farklı olsun gibi bir şeyler söylemişti.
o zaman bu söyleyeceklerim aklıma gelmemişti, şuan fark ediyorum...o kadar kurgu bir hayatta yaşıyorum ki.benim hayatımda olan biten şeyler çok kısıtlı.ve benim hayatım zaten kurgu, o yüzden okuduklarım bari bu hayattan farklı olsun istiyorum.bu çok anlaşılır.
uyandım.
okula gittim.
metroya bindim.
eve geldim
yemek yedim.
ilaç içtim.
belki annemle sohbet ettim.
uyudum.
hayatımdaki gerçeklikler böyle şeylerle sınırlı.ama bu gerçeklikler arasına serpiştirilmiş kurgular o kadar fazla ki onları buraya dahi sığdıramam.
bu benim kaderim galiba ya gerçekten.iki lafın belini kıramayacağım herkesi çok seviyorum.
hayatımda var olan ve di'li geçmiş zamanımda yer edinebilme ihtimali olan insanlarla di'li geçmiş zamanımı paylaşamıyorum, belki paylaşmak istemiyorum.ama bunu kasıtlı yapmıyorum. (ya da yapıyorum.)
çünkü di'li geçmiş zamanıma dokunmak istemiyorum.belki yakın geçmişim o kadar güzel değil.ama biraz gerilere gittikçe her şey güzelleşiyor ağır ağır.bu güzelliğe zarar gelsin istemiyorum.bu güzelliğin en ufak detayını bile unutmak istemiyorum.
anneannemlerin bir daha göremeyeceğim ve artık olmayan kapısının kırmızı tokmağını unutmak istemiyorum.dedemlerin penceresinden bakarken kadraja giren pril bulaşık sabununu ve boğaz köprüsünü unutmak istemiyorum.kurban bayramları telaşelerini, sobanın önünde yediğim patates kızartmalarını unutmak istemiyorum.
bunlara ek olarak çooook şeyi unutmak istiyorum ama güzel kısımlar hatrına o unutmak istediklerimi de saklamaya hazırım.
neyse ne diyordum...
iki lafın belini kıramayacağım insanlar...sizi seviyorum.
sevgili oğuz atay'ı yemek masamızda, sevgili sylvia plath'i whatsapp grubumuzda, sevgili barış bıçakçı'yı sahildeki çay bahçesinde, sevgili kayra'yı eminönü'nden kadıköy'e giden bir vapurda... böyle böyle kurguladığım dünyada yaşamaya devam ediyorum.
böyle böyle karşıdaki evin penceresinin önündeki pril bulaşık sabununu düşünmekten kendimi alamıyorum.
çünkü bana geçmişimden güzel kalan o ufacık detayları servis ediyor.
çünkü bana geçmişin de geçmişini getiriyor.

7 Mart 2015 Cumartesi

ilişkideğiştirgeçler ve yine biz

bizden ve bazı cümlelerden bahsetmeye olan sevdamı artık kanıksamış olan sizlerden, tekrar eden şeylerin bizi tekrar tekrar sevindirmesinden aldığım zevkten ötürü özür diler bi bahsi masaya yatırmak isterim...
   
    bazı cümleler vardır.öncellikli temennim Allah'ın bu cümlelerin belasını vermesi yönünde.sonralıklı temennim ise bu cümleleri artık kurmamaya özen göstermemiz yönünde...

insanlarla ilişkilerimi bazen yanardağ ağzından yukarı doğru fışkırmak için sabırla yükselen lavlar gibi görüyorum.her hikayede olduğu gibi her ilişkide de bazı patlama noktaları vardır, biliyorsunuz.ilişkideğiştirgeçler ise bu süreci hızlandırır.
     mesela biriyle aranızda şeyler vardır, adı sanı yoktur, fol yok yumurta yoktur ama siz ilişkideğiştirgeçleri kullandığınız takdirde ad da gelir san da, fol da gelir yumurta da...ama bunu yapmamanız gerektir anlatabiliyor muyum? çünkü bu, ilişkinin organik gidişatına sokulan suni bir çomaktır.bu zorlamadır.bu her türlü ilişkiyi çıkmaza sokmaktır.
(bu arada bahsedilen ilişki illa aşk içeren ilişki olmak zorunda değil bunu da özellikle belirtme ihtiyacı duyuyorum.normal bir arkadaşlığın yaşadığı evrimsel süreci görmezden gelmeyelim.)

     insanlar güzel sözlerin kıymetini bilmiyor genelde hatta insanlar üzerine düşünmeye de çoğu zaman değmiyor.ama öyle anlar geliyor ki, insanlar üzerine uzun uzun düşünen tipler -bu biz oluyoruz- kendilerine hakim olamıyor ve bu haltı yiyor. bu cümleleri içinde tutmak için ne kadar çaba gösterdiğinin bir önemi yok.çünkü senin için o ilişkinin lavı, yanardağın ağzına zaten çok yaklaşmıştır ve senin kuracağın cümlelerin bir önemi olmadığını düşünürsün.

şunu anlayamıyoruz...lavları o derece yükselmiş gören sensin.karşıdakine göre ortada yanardağ bile yoktur.biz biraz kendi kendimize ilişki kurmaktan sıkılmayan tipler olduğumuz için böyle şeyleri yadırgamıyoruz.
sevebileceğimize, sevilebileceğimize inanıyoruz.
ama bizi genelde kimse sevmiyor çünkü biz verdiğimiz kadar alamayacak kadar çok veriyoruz.aradaki alış-veriş dengesinde öyle dev boşluklar yaratıyoruz ki bir türlü veriş kısmını yeterli göremiyoruz.dur durak bilmeden fedakarlık yapıyoruz. her şey gibi fedakarlığın da bir sınırı olmalı ama biz delirmiş gibi fedakarlık yapmayı da insan doğasının bir gereği sanıyoruz.
bakın sevgili bizler, böyle değil tamam mı?
-kabul etmeyeceksiniz biliyorum-
ama böyle değil.
fedakarlık yaptıkça, cümleleri uzattıkça, yanardağın varlığını tek taraflı iddia ettikçe yanlış şeyler yapmaya ve tırların altında kalmaya devam edeceğiz.
çok yüksek bi ihtimalle rüzgara ters yönde hızlı hızlı yürümeye çalışırken, denizi görmeyip etrafa küfürler edeceğiz -ki bu ağzımıza da hiç yakışmayacak-
yanımızdan bıyıklı veya bıyıksız adamlar geçiyor olacak ve biz NEDEN BÖYLE YAPTIN Kİ diye kendi kendimize bağırıyor olacağız.
son ses açtığımız şarkıyı, güzel kulaklığımız yoluyla metronun asansöründeki herkese dinleteceğiz. -bunu yapmaya devam edelim.-
tencerenin dibine yapışmış kıyma parçaları olacağız, üstüne su açılıp bekletileceğiz.mutfak temizlenmediği sürece boynu bükük kalacağız.
ama biri gelecek, bir gün gelecek ve canına tak edecek artık. o mutfak temizlenecek.
biz kıymalar olarak belki lavabonun deliğinden başka gidecek yerimiz yok ama o yapıştığımız tencereden kurtulacağız.
size söz..
iyi olacağına dair değil, değişeceğine dair...

1 Mart 2015 Pazar

göz ardı edilen, önemsiz detaylar

     başı ağrıyordu, fena halde hem de.eve varmasına en az 2,5 saat vardı.burada oturmak zorundaydı.birinden ilaç istemeye yüzü yoktu.zaten onun yorulmaya hakkı da yoktu.yorulunca dayanırdı ve bu yorgunluk cümleye dönüşmezdi bile.şikayet edeceği zaman yalnız kalmayı beklerdi.insanlar onun şikayetlerini dinlesin istemez, hatta bazen kendine bile söylemezdi.gereksizdi, her şey gibi.
     bu döneme bir ad verecek olsa, çay tabağına dökülmüş çayı bir peçete yardımıyla silmeden içtiği dönem I olurdu.ilk defa içtiği şeylerin sıcak ya da soğuk, az ya da çok, dökülmüş veya dökülmemiş olmasının bir önemi yoktu.ne içtiğinin de bir önemi yoktu.insanlar bazen "buranın çayı kötü, buraya gitmeyelim / burada kahveyi güzel yapamıyorlar" gibi cümleler kurardı.bunlara anlam veremezdi çünkü bir şeyin güzel ya da kötü olduğuna karar verecek merci kendisi değildi.bunu kendi içinde bile yapamazdı.kendi kendine bile söz sahibi olmamayı benimsemenin sonucu muydu, yoksa 50'li yaşlara gelmeden tat alma duyusunu mu yitirmişti bilinmez.
     insanlar yollarına çıkan küçük taşlarla uğraşırken yorulduklarını iddia edip, bu taşları yoldan kaldırmak yerine etrafından dolanırlar ama o yolda yürürlerdi.Yolu tamamlamak yegane hedefleriydi, nasıl olduğunun önemi yoktu.O ise taşların orada her zaman olduğunu ve olacağını bildiğinden midir nedir, hepsini tek tek itinayla kaldırırdı ve kenara koyardı.belki gittikleri aynı yoldu ama o çok yorulurdu.o taşların etrafından dolanmak her zaman daha kolaydı.kenara çekmek...biraz...yorucuydu işte.zamanla insanlar öyle ya da böyle, düşe kalka o yolda uzun uzun yürümeye devam ederlerdi.belki de taşları kaldırmak için yanlarında yardım edecek birileri olurdu.ama o her zaman yolun ortasında bir kaldırım bulup oraya çökmek, sonsuza kadar tek başına, sıkışıp kaldığı yolun kaldırımında oturmak isterdi.çünkü yorulmuştu, çünkü dizlerinin bağı çözülmüştü, çünkü nefes nefeseydi, çünkü susamıştı, çünkülerlerler...
     tabi ki bunları söylemeye de hevesli değildi.
insanlardan yardım isteyemezdi, kimse de gönüllü olarak yardım etmek istemezdi.insanlar biraz böyleydi işte.onun hayatında iyi bir şeyler olunca (diyelim birlikte giderken onların karşısına çıkan bir taş büyükken onunki küçük olsun...) sevinir gibi yaparlar aslında üzüntüleri ayın güneş ışığını yansıttığı gibi yansıtırdı gözlerine.kötü bir şeyler olunca da üzülür gibi yaparlardı.elleri omuzdan başlayıp dirseğe kadar inen kol üzerinde manasızca gidip gelirdi. (bundan hiç hoşlanmazdı.) burada elin kolla yaptığı sürtünme kuvvetinden doğan enerji falan yoktu, o evrene karışan şey, "mutsuz olduğuna sevindim enerjisi olabilirdi en fazla.
     kendisini bırakamazdı.çünkü o ne zaman sevmeye kalksa sadece kalbini açamazdı, aklını da açardı.böylece sevmenin şiddetli rüzgarında cereyanda kalır, hasta olurdu.bitap düşerdi.kimse de gidip bu kapılardan birini kapatmamıştı.kimse kendiliğinden gelip de, üşüyor hasta olacak dememişti.o kendi kendine nane limonunu kaynatır, çorbasını içer, kendini terletir toparlanırdı belki ama "hiçbir iz bırakmazdı" onu.her izi peşine takar, yola hepsi birbirinden ağır bu izlerle devam ederdi.
     günden güne tüm izler çoğalmış, yoldaki taşlar büyümüş, pencereler açık kalmış gitmeye çalışırken YETER dedi.Yetmişti.Bu kadarına dayanacak gücü olsa "bir defa kalsam yanında" derdi.
ne beklersiniz, yükleri bir kenara fırlatıp biraz soluklandıktan sonra koşarak yola devam etmesini değil mi? her sonuç için bir nedene ihtiyaç vardır.bu sonucun gerçekleşmesi için hiçbir neden olmadı.o da sadece YETER dediğiyle kaldı.kaldırıma çöktü.bekliyor...yolun, başladığı yerden silinerek gelmesini, belli bir zaman sonra altından silinen yolu görmeyi ve simsiyah o boşlukta aşağı doğru düşmeyi.

nereye düştüğünün bir önemi yok.bu yoldan daha iyiydi her yer.