24 Temmuz 2016 Pazar

durum bildirimi: dair ona cümleler

         havanın sıcaklığına hiçbir olumlu etkide bulunmayan ve beni hasta eden bu anlamsız rüzgar, şimdi bir apartmandaki açık bütün pencerelerin camlarından, evlere hapsolmuş perdelerin dış dünyayı keşfetmesine yardımcı oluyor. hiçbir şey olmamış gibi güneş tüm kızıllığıyla batıyor, ve ona, sanki büyüdüğünü söylediğim ay nereden olduğunu bilmediğim oradan doğuyor. birlikteyken o bile ne kadar güzel doğuyordu, ayrılık vaktini hatırlatan bir acıyla beraber. ama olsun, çünkü gün gelecek ve saatler, dakikalar hepsi bizim emrimizde işleyecek. kıracağız, bükeceğiz zamanı ve geçmesine izin vermeyeceğiz.* 
       mevcut telaşa ek bazı telaşlar, şehirdeki telaş oranını yükseltmiş olsa bile, bir dinginlik çöküyor işte güneşin gitmesiyle. insanların yavaş yavaş evlerine girmesi, çocukların sokaklardan bir bir çekilmesi töreni başlıyor. izlemesem de, duyuyorum. izlediğim tek şey yine binalar, ufku gözükmeyen bir gökyüzü ve perdeler... tören yavaşça, olaysız bitiyor. bir nefes daha veriyorum.
       oturup, sigaranın nasıl bittiğini anlamadığım bu köşemde, buraya deli köşem diyorum, o duruyor. yaratıcımla birlikte günün tahlilini yaptığım, gelecek planlarımı tasarladığım, bu tasarının içine yerleştirdiğim tüm eşyalar bir bir ona dönüşüyor, onun renklerini alıyor. sayılar bile, bağlamından koparttığım andan itibaren onu anlatan ifadelere bürünüyor. güne dair yapılacak tüm tahliller zaten onunla dolu. zihnimi başka bir şeye yorulmasın diye bir köşede oturtuyorum adeta. uslu uslu... zihnim de o an çiçek oluyor ve pür dikkat beni dinliyor.
işte o anları seviyorum.
         tepetaklak olmuş hayatıma bakıyorum. bu tepetaklak olmak, kötü giden bir hayat için mucizevi güzellikte oluyor takdir edersiniz ki. bu tepetaklak oluşta, kuşlar gözlerimin birazcık önünden uçarken bile hayatımı alıp ona götürüyor. kuş ölür, ben onu hatırlıyorum.
         torununu sevmekte olan bir babaannede, karşı apartmanın terasına taktığı lacivert ışıkta, bu küçücük manzaramda o var. bir temizlik malzemesi reklamında, kirlerin içine nüfuz eden temizlik maddesi gibi, hayatımın acı tatlı her ilmeğine nüfuz ediyor, ses etmiyorum. edebilir miyim? eder miyim? edemem, etmem. 
cevaplar belli. 
cevaplar belli olunca sorular kolaylaşıyor. 
ihtimallerin gelebileceği en güzel nokta o. böylece birbirine karışmış ip yumağını, onun kollarına sardıktan sonra düzenli ve kullanmaya hazır bir yumak haline getiriyorum. kediler oynasın diye önlerine bırakmalık, o hikaye kitaplarındaki kırmızı yumaklar...
        kedi misin diyor, evet diyemiyorum. belki de bundandır... ben kediye yumak hazırlıyorum. bunu yaparken ellerine bakıyorum. böylece 1 hafta bile geçmiyor. ne mutlu ki, artık olumsuz cümlelerime insanın içine içine oturan o kara noktayla değil "ama" ile devam ediyorum. böylece bütün olumsuzluğu bertaraf ediyorum.
hayatımdaki en güzel "ama" o. 
bütün olumsuz cümleleri bertaraf eden, bugüne kadar kullanmakta hep temkinli davrandığım, temkinli davranmasam da zaten kullanamadığım cümleler hayat buluyor.
bense, belki tedirgin, belki mutsuz, belki umutsuz olmam gerektiğini hissettiğim bu günlerde cümlelere hep onu serpiştiriyorum.
güzelleşiyor cümleler. 
süpürmüş oluyorum olumsuzlukları.
onu, çocukken anneannemlerin evinde fotoğrafını çektiğim ve sahip olduğum ilk kar küresi gibi odamın en güzel yerine bırakıyorum. sonsuza kadar izlemek için.

20 Temmuz 2016 Çarşamba

anladıklarım


       anlıyordum. ışıktan uzak o akşamüstü her şeyden daha iyi anlıyordum ki, içsel kaoslarımızda kaybolmaktan, dışsal bir kaos karşısında ne yapacağını bilememezliğimiz doruklarına varıyormuş. düşünce dünyamızda yarattığımız, bir bir inşa ettiğimiz ne kadar olasılık varsa, gerçek karşısında hepsi hiç var olmamış kalıyormuş. -ki zaten var olmadılar.- yine anlıyordum ki, vücut nasıl dış ortamla kendi ısısını eş hale getirmeye çalışıyorsa, yine aynı vücut, dışsal kaosla içsel kaosları da eş hale getirmeye çalışıyormuş.
       yaptığımız tek şey kendimizi, insanlara tepkilerimizi, insanların tepkileri karşısındaki duruşumuzu çözmeye çalışırken etrafımızda dönen dünyalardan bihabermişiz ve asıl çözmemiz gereken başka dünyalarmış. kendimizle çok fazla vakit kaybetmişiz belli ki.
       işte o akşamüstü, ışıktan ve huzurdan uzak, o akşamüstü anlıyorum ki, belli sıradanlıkların insanlarıyız.o kadar alışmışız ki hiçbir şey ama hiçbir şey olmayan yaşantımıza kendimizi kilitlemeyi, mahsur kaldığımız bu yerden dışarıya adım atmak zorunda kalınca kelimesiz kalıyormuşuz.       yapabildiğimiz yegane şey, geriye kalan birkaç sevdiğimizin hayatla olan bağıymış. 
        onun yanındayken dünya sabit... dünya düz... bütün bilimsel teoriler çöp... dünyada, el ele çıktığımız o yokuşlar bile yok. öylesine sorunsuz bir zeminde, senkronize adımlarla yürüyoruz. yine onun yanındayken güneş batmıyor, ay doğuyor. ben aslında yorulmuyorum bile. nefes nefese kalıyorum, ama yorulmuyorum.
       kendi düzlüğüme ulaşmanın keyfini sürmek isterken, bambaşka telaşlar vuku buluyor. bu bambaşka telaşlar, ben o yokuşları çıkarken olsa ağlayarak geri döneceğim cinsten. odamın ortasına çöküp, korkudan tir tir titrerken kendimi kaybedeceğim, bir daha asla bulamayacağım, bugüne kadar uğrunda yok olup gidemediğim ne varsa hepsi için yok olup gideceğim cinsten.
       ama onun gözlerine bir daha bakmak isteği, her şeyden ağır basıyor. onun gözleri alelade olmayan cinsten bir kahverengi. bu öyle bir kahverengi ki, oturduğumuz yerden tanrısal bakış açısını bakışlarımıza yükleyen, "yokmuşuz gibi" hissettiren, ama aslında yepyeni bir dünya var eden bir kahverengi. kaçamadığım, kaçmak istemediğim, yorulmadığım, nefes aldığım, her şeyi unuttuğum, hiçbir şeyi umursamadığım, sevdiğim ve çok sevdiğim... öyle bir kahverengi işte.
       geleceğe dair yapılan planlarımızın gerçekleşme olasılığının belki de hayatlarımız boyunca en düşük olduğu, o ışıktan uzak akşamüstü anlıyorum ki, başka seçeneğimiz yok. yine el ele verip o yokuşları çıkmaktan başka; içtiğimiz sudan, bünyemizin her tarafına eşit dağılmış en ufak sevgi zerresine kadar her şeyi paylaşmaktan başka, kedileri sevmeye devam etmekten başka hiçbir şansımız yok.
aynı yolda yürüyüp, aynı şiiri düşünerek yürüyeceğimizi anlıyorum.
bir sabah uyandığımda, onun günü asıl aydınlatan kelimelerine bakarken ülkemizin jeopolitik konumunu unutacağımı ve bundan asla pişmanlık duymayacağımı anlıyorum.
neyin ne olduğunu anlamıyorum ama, bunları çok iyi anlıyorum işte.
yaşananlara üzgünüm...ama kafamı yaslayınca yaşananları yaşanmamış kılan bir omzu var.
en fazla bu kadar üzgünüm işte. hiçbir şey olmamış kadar.
huzursuz bir akşam çöküyor, bana dokunmadan geçiyor. 

13 Temmuz 2016 Çarşamba

kısa: muhtemel bir zincirin halkası

       
       Sinek vızıltısına takıldı aklı ve sinekle birlikte bir bilinmezliğe doğru ilerledi. Bu ilerlemeyi durdurmanın da hiçbir yolu yoktu üstelik. Düşündü… Geçmişini inşa eden unsurların hepsini, tek tek düşündü. En son bu sinek vızıltısını duyduğu ana doğru ilerliyordu belli ki.
Sevginin en geniş anlamıyla kendine yer edindiği bir zamana gitti. Öyle bir zaman ki, kendine dair tanımları gelişkin olmadığından mı yoksa tam anlamıyla eksiksiz hissettiğinden mi bilinmez, içi huzurla doldu. Fakat bu huzur, her zamanki gibi çok kısa sürdü. Çünkü her şeyin eksiksiz olduğu bir anı yakalamak için sağa sola delice koşturduğu yıllar, ona bomboş avuçlardan başka bir şey kazandırmış değildi.
       Zaten o da artık aramayı bıraktı. Böyle en ufak seste, doğanın minik bir kıpırdanışında, camdaki yansımasında bir umut bulup, istediği yere gidiyordu. Bundan başka tesellisi olabilir mi?
Sürekli olarak cama çarpan sinek, bir türlü pencerenin açık kısmını keşfedemiyor, keşfedemedikçe sinirleniyor, sinirlendikçe cama daha hızlı çarpıyor gibiydi. Eliyle tutup atsa biliyor ki zarar verecek, kendi haline bıraksa çarpmaların etkisiyle sarhoş olan sineğin istikbali hiç hoş olmayacak. Ve yine biliyor ki, o sinek vızıltısı sussa, sanki bütün büyü bozulacak, gittiği o şehirlerden, o evlerden, o odalardan birer birer toplanacak dağılan bütün parçaları. Bunu başaracak gücü var mı, o an için bilemiyor.
       İzlediği sineği rahat bırakma kararı alıp, uzandığı koltuğa geri dönüyor. Vızıltı da beraber… Kötü bir işçiliğin sonucu ortaya çıkmış bu beyaz tavanı izlemekle geçirecek tüm gününü. Beyazın insanı içine alıp, sarıp sarmalamayan ve hatta üstüne hiç olmadığı kadar yabancı hissettiren tonları da varmış meğer. Bu eski otel ve eski tavanın suçu mu? Yoksa seneler sonra dönüp geldiği bu yerde, her şeyin, hislerin bile aynı kalmasını beklemek gafletine mi düşmüştü?
       İşte bu soruyu da tıpkı sinek gibi rahat bırakıp, oturduğu yerden kalktı. Odaya sığamadığını hissetti. Sinek vızıldamaya, içi daralmaya, sorular beynine hücum etmeye devam etti. Tespit edebildiği ya da edemediği ne varsa, küçük dikenler gibi batmaya başladı vücuduna. Sanki şimdi kalbi göğüs kafesinde değildi, boğazından yukarı, beynine doğru çıkmaya çalışıyordu. Kafası zonklamaya başladı. Kısacık bir sürede ter içinde kalmıştı bile. Daha fazla ayakta duramazdı. Hızlı ama küçük adımlarla kararmış etrafından bulabildiği nesnelere tutunarak pencereye gitti. Sineğin sesi yükselmişti şimdi. Belinden daha aşağıda konumlanmış pencerenin kenarına oturdu, gözlerini sıkıca kapattı.
       O an her şey durdu. Sorular, sinek, kalbi… Görüp görebildiği tek şey, gözünü yummanın getirdiği turuncudan kırmızıya dönen büyük yuvarlakların içinde, serbest bırakılmış güvercinler gibi sağa sola koşturan küçük beyaz noktalardı. Derin bir nefes aldı.
Yanındaki komodinin üzerine yerleştirilmiş eski örtüyü kaptığı gibi sineği çıkış yoluna doğru nazikçe sürükledi. İlk başta direnen sinek, şimdi çarptığı şeyin bir cam olduğunu fark etmiş olmalı ki, olağanca hızıyla uzaklaşıverdi pencereden. Yapmıştı, başarmıştı. Onu yaşatan günlere geri götüren bir şeyi yok edebilmişti işte. Kurtulmuştu. Bu harika bir başlangıç bile olabilirdi.
       Ne için?
       Sahi, ne için…

       Şimdi duyabildiği tek ses yan odadan gelen elektrikli süpürge sesiydi… Temizlik… Temizliğin kendine has sesi… Tıpkı eski günlerde olduğu gibi...