6 Eylül 2016 Salı

içimdeki mesafe

Uzaktan

Sondan kaçıncı kere bu pencereden baktığını düşündü. Terk etmek zorunda olduğu pencereleri de öyle... Hafızasına kazınmış bütün pencereleri zihnin silik ve allak bullak köşelerinden topladı getirdi. Ellerinde artık unutulmaya yüz tutmuş görüntüler vardı. Arkada da unutulmaya yüz tutmuş sesler... Bazı dokunuşlar belki... Beceremediği sarılmalar...
Gülüşler de durmadı ve tüm bunların peşine takıldı. Köprünün ışıkları yoktu o zamanlar. Gecenin karanlığına eşlik eden karşı kıtanın ışıkları vardı, bazı geceler dinmek bilmeyen havai fişekler... Neyse ki ışıklar geldi sonra, dünyamız aydınlandı gibi olmadı mı dersin? Oldu pek tabi... Renklere yeni renkler eklendikçe, ismini kulaklarında buldu. "Koş, koş!" Koştu... Birisi ona bu hüznü içinden asla atamayacağını söylemişti. Bu hüznü içinden atamadı.Sonra yine sabah oldu.

Yakından

Onu çok seviyorum perşembesi bu. Hava bulutlu olmasına rağmen havada bulut yok sözlerine sahip olan türkü takılıyor dilime. Bugün günlerden salı ama karnımda anlaşılmaz bir perşembe sancısı var. Onu çok seviyorum perşembesi. Onu göreceğimin, onu duyacağımın, ona dokunacağımın yerli yerindeliği var göğsümde. Nefesim şimdilik düzenli. Buraya gelecek, yapayalnızlığımı büyüttüğüm buraya gelecek. Her gelişi bir isyan, mağaramın duvarlarının yıkılışı... Ben öylece izliyorum. Bir kamera objektifliğinde izliyorum üstelik. Çöpçü olduğu için artık hayatım ellerinde. Bundan hoşnutum. Bir ileri bir geri gidiyoruz hayatta, bundan da hoşnutum. Gözlerinde sigara dumanından bulutlar var o gün, anlatamıyorum. Elinden tutup, bir tv programında yeniden dizayn edilmiş mutfaktan daha güzel hale gelmiş kalbime götüremedikten sonra, nereye götürsem olmayacak.
Neyse ki artık nur topu bir eylülümüz var. Günlerimiz, haftalarımız, aylarımız... Büyüdükçe büyüyecekler, serpilecekler. Onun kurduğu cümlelere ve hayallere kapılarını açacaklar. Onları buyur ettikten sonra bir ömür saygıda kusur etmeyecekler. Biliyorum karar vermem lazım, biliyorum büyümem lazım ama ben bıraksam da gitmiyor 5 yaş olgunluğu. Ondandır ki o, yetişkin kararlarından en beğendiğimi seçmem için onları önüme dizmişken kendimi tutamayıp gülmem.
O kadar güzel ki gülüşlerim onun etki alanında. Üzülüşlerim de... Elleriyle yapay bir üzüntü çiziyor yüzüme, gülüyor. O gülünce ben zaten gülmüş sayılıyorum. Hem ona hem kendi halime. Elleriyle istediğini çiziyor yüzüme.
Suratım şekil verdiği kelimeler ve çok güzel şiirler yazıyor.

Sonra yine gülüyor. Gülüşü unutulacak gibi değil. En sevdiğim şey... Gülüşü bir günün ilk ışıkları, belki de ona sarıldığım ilk günün ilk ışıkları. Gülüşü unutulacaksa dünya niye var? İşte cevaplanmayacak bir soru daha. Tıpkı içimdeki çirkin siyah yığıntının sordukları gibi. Bir anda o yıllar öncesinin kahramanlık öykülerine düşüyoruz. O, elindeki kılıcı siyah yığıntının tam kalbine saplayacak acımadan. O varken renkler siyahlıktan uzaklaşır ve öz saygısızlıklarım tuzla buz olur. Bu artık böyle bilinmeli.

En yakın ve en uzaktan

       Sokakları geziyorum tek tek. Sarı ve eskimiş ışığın boyadığı duvarların hepsine bakıyorum, tek tek. Güzel olan her şeyi sana getireceğim derken bahsettiğim böyle bir şey işte. 

"Söyleyeceğim ilk şarkıyı mutlu insanlara adıyorum." 
 Onunla bu şarkıyı da dinlemeliyiz. 

       Ona yeryüzünde söylenmemiş, yahut söylense de benim kurduğum anlam bütünlüğünde kullanılmamış kelimeler bulmalıyım. Kelimelerden başka neyim var elle tutulur, gözle görülür ve kalple hissedilir?