6 Eylül 2016 Salı

içimdeki mesafe

Uzaktan

Sondan kaçıncı kere bu pencereden baktığını düşündü. Terk etmek zorunda olduğu pencereleri de öyle... Hafızasına kazınmış bütün pencereleri zihnin silik ve allak bullak köşelerinden topladı getirdi. Ellerinde artık unutulmaya yüz tutmuş görüntüler vardı. Arkada da unutulmaya yüz tutmuş sesler... Bazı dokunuşlar belki... Beceremediği sarılmalar...
Gülüşler de durmadı ve tüm bunların peşine takıldı. Köprünün ışıkları yoktu o zamanlar. Gecenin karanlığına eşlik eden karşı kıtanın ışıkları vardı, bazı geceler dinmek bilmeyen havai fişekler... Neyse ki ışıklar geldi sonra, dünyamız aydınlandı gibi olmadı mı dersin? Oldu pek tabi... Renklere yeni renkler eklendikçe, ismini kulaklarında buldu. "Koş, koş!" Koştu... Birisi ona bu hüznü içinden asla atamayacağını söylemişti. Bu hüznü içinden atamadı.Sonra yine sabah oldu.

Yakından

Onu çok seviyorum perşembesi bu. Hava bulutlu olmasına rağmen havada bulut yok sözlerine sahip olan türkü takılıyor dilime. Bugün günlerden salı ama karnımda anlaşılmaz bir perşembe sancısı var. Onu çok seviyorum perşembesi. Onu göreceğimin, onu duyacağımın, ona dokunacağımın yerli yerindeliği var göğsümde. Nefesim şimdilik düzenli. Buraya gelecek, yapayalnızlığımı büyüttüğüm buraya gelecek. Her gelişi bir isyan, mağaramın duvarlarının yıkılışı... Ben öylece izliyorum. Bir kamera objektifliğinde izliyorum üstelik. Çöpçü olduğu için artık hayatım ellerinde. Bundan hoşnutum. Bir ileri bir geri gidiyoruz hayatta, bundan da hoşnutum. Gözlerinde sigara dumanından bulutlar var o gün, anlatamıyorum. Elinden tutup, bir tv programında yeniden dizayn edilmiş mutfaktan daha güzel hale gelmiş kalbime götüremedikten sonra, nereye götürsem olmayacak.
Neyse ki artık nur topu bir eylülümüz var. Günlerimiz, haftalarımız, aylarımız... Büyüdükçe büyüyecekler, serpilecekler. Onun kurduğu cümlelere ve hayallere kapılarını açacaklar. Onları buyur ettikten sonra bir ömür saygıda kusur etmeyecekler. Biliyorum karar vermem lazım, biliyorum büyümem lazım ama ben bıraksam da gitmiyor 5 yaş olgunluğu. Ondandır ki o, yetişkin kararlarından en beğendiğimi seçmem için onları önüme dizmişken kendimi tutamayıp gülmem.
O kadar güzel ki gülüşlerim onun etki alanında. Üzülüşlerim de... Elleriyle yapay bir üzüntü çiziyor yüzüme, gülüyor. O gülünce ben zaten gülmüş sayılıyorum. Hem ona hem kendi halime. Elleriyle istediğini çiziyor yüzüme.
Suratım şekil verdiği kelimeler ve çok güzel şiirler yazıyor.

Sonra yine gülüyor. Gülüşü unutulacak gibi değil. En sevdiğim şey... Gülüşü bir günün ilk ışıkları, belki de ona sarıldığım ilk günün ilk ışıkları. Gülüşü unutulacaksa dünya niye var? İşte cevaplanmayacak bir soru daha. Tıpkı içimdeki çirkin siyah yığıntının sordukları gibi. Bir anda o yıllar öncesinin kahramanlık öykülerine düşüyoruz. O, elindeki kılıcı siyah yığıntının tam kalbine saplayacak acımadan. O varken renkler siyahlıktan uzaklaşır ve öz saygısızlıklarım tuzla buz olur. Bu artık böyle bilinmeli.

En yakın ve en uzaktan

       Sokakları geziyorum tek tek. Sarı ve eskimiş ışığın boyadığı duvarların hepsine bakıyorum, tek tek. Güzel olan her şeyi sana getireceğim derken bahsettiğim böyle bir şey işte. 

"Söyleyeceğim ilk şarkıyı mutlu insanlara adıyorum." 
 Onunla bu şarkıyı da dinlemeliyiz. 

       Ona yeryüzünde söylenmemiş, yahut söylense de benim kurduğum anlam bütünlüğünde kullanılmamış kelimeler bulmalıyım. Kelimelerden başka neyim var elle tutulur, gözle görülür ve kalple hissedilir? 

13 Ağustos 2016 Cumartesi

dağınık bir zihnin güzel yanı

       İnanamıyoruz havanın bu kadar güzel oluşuna. Rüzgarda uçuşuyoruz, bir yandan da ellerimizden aldığımız güçle en sağlam adımları atıyoruz. Aynı anda, aynı anlama gelen cümleye başlıyoruz, işte en güzel o zaman öpülmüş oluyor sevmediğim ellerim, manasızlığına uzunca seneler inandığım cümlelerim. Gülüyoruz bir de, deli gibi gülüyorum ben. O sırada kapanıyor gözlerim ama gülüşünü duyuyorum. Dünyada daha güzel ne vardır ki diye sorgulamıyorum, gerek duymuyorum. Bence bunu sen de anlıyorsun. Anlıyorsun ki bana en güzel yerleri açıyorsun, en güzel odalara gidiyoruz. Keşke önden sen gitsen diyorum, o zaman her şey daha da yerli yerinde olacak. Daha güzel yürüyeceğiz. Sakarlığımdan sağımı solumu göremediğim yürüyüşlerimde, kolunu rastgele havaya kaldırmış bir adamdan kurtaracaksın beni. Deli gibi kalabalıkların içinde sağa sola çekeceğiz birbirimizi. 

***
En düalistlere taş çıkartıyorum. İster misin biraz anlatayım?

        Aynı anda her şeyi hem çok seviyor hem de her şeyden kaçmak istiyorum. En ufak detaya bile derin bir sevgi duyuyorum. Bütün dünyayı kucaklayabilecekmiş gibi bir gücün içime dolduğunu, buz gibi bir suyu durmadan içer gibi, boğazımda hissediyorum. Böylesi büyük hislerle ne yapacağımı şaşırıyorum. Hem her şeyi çok seviyor... Gözlerim, ne çorapsız giyilen ayakkabılarının, topuklarının üstünde yara bırakmış kadınları görmek istiyor, ne de tanımadığım o gizemli insanlarla sohbet etmeyi... Gökyüzünü bulutlar kaplıyor, hava kararıyor ve ben bunlara sevinmek yerine varlığından uzaklaştığım dakikalara üzülüyorum. Rahat yerde üzülüyorum yani. Sonunu bildiğin bir üzülmek, o kadar da üzülmek değil. 
        Ben yollarda kafam ve midem hislerimden allak bullak olmuşken yürüyorum tek başına. Gerçekten, ellerinden güç almayınca nerede ne yapacağımı şaşırıyorum. Nereye gitsem sığamıyorum sanki. Önceden bir köşesine ilişip yazılar yazdığım, bahşiş olarak hüzünlerimden arta kalanları bıraktığım bu çay bahçelerinde oturamaz oldum. İnsanların bakışlarına tahammülsüz, cümlelerine kayıtsız, serzenişlerine soyut kalmaktan başka bir şey yapamıyorum.
Var olan tüm gücümle sana geliyorum. 
Var olmayan gücümle de sana geliyorum.

***

        Aynı anda hem her şeyi çok istiyor hem de hiçbir şey istemiyorum. Öyle ki, gittiğim gitmediğim her yerden bulabildiğim güzel her şeyi toplamak istiyorum, sana getirmek için. Biriktirdiğim tüm iyi veya kötü anıları sana taşımakla görevlendirildim. Milyon kere geçtiğim sokaklarda bile illa ki vardır diyorum, illa ki vardır ona götürecek güzel şeyler. yanında değilken böyle şeyler yapıyorum. Etrafı tellerle çevrili o güzel bahçeye girmek için telleri bir yandan ayırıp bir yandan da içinden geçmeye çalışıyorum. Belki hırsızlık yapıyorum, kaldırım taşlarını çalıyorum gözlerimle. Otobüste uyumak üzere olan bir adamın yorgunluğunu çalıyorum, bir teyzenin çantasından çıkarttığı suyu çalıyorum, yanımda oturan çocuğun kimliğine bakıp benden 4 yaş küçük olduğunu fark ediyorum. İçimde bir de merhamet büyüyor şimdi, o merhameti de temize çekip sana getiriyorum. Sonra ne mi oluyor? Sonra kötü ihtimallerini, o topladıklarımla bertaraf etmek isterken bakakalıyorum öylece. İç çekip duruyorum. Saçlarını seviyorum. 
        Bir yandan da işte, ellerimi gözlerime kapatıyorum, kulaklarıma yolladığın şarkıları yerleştiriyorum, dudaklarıma cümlelerini ve seni. Etrafımı seninle kaplamadan içim rahat etmiyor. Dış dünyanın yoruculuğu, boğuculuğu, kalabalığı... Olmasan nasıl kaçarım, nasıl tepkiler veririm bilmiyorum. Bilmeme gerek olmasını da istemiyorum. Artık bir kalkanım var, her şey en fazla çarpıp geçer bana. Daha da ötesi olamaz. Olmasın, diyorum. Gülüşünü seviyorum.

***

        K a f a m ı  t o p a r l a y a m ı y o r u m, diye yakınıyorum. Paragraflarım bile darmadağın... Anlam bütünlüğünden uzaklar diye azarlasam mı onları? Yoksa aslında anlamın gayet açık olduğu bu satırlarda görevlerini layığıyla yerlerine getirmiş sayılıyorlar mı? Yahut kime ne? 
Bana her şeyi yeniden yeniden görmeme ve yorumlamama yarayan bir yeti verdin. Böyle şeyler diyorum işte... Kime ne? 
        Güzellikler, çirkinlikler ve geri kalan her şey anlam bakımından eşitleniyor karşında, diye boşuna dememişim. Böyle böyle insanların, çiçeklerin, dumanların, paragrafların ve herhangi vapurların da eşitlendiğine bakıp seviniyorum. Toparlayamadığım kafama bile kızmaktan vazgeçiyorum. O kafamın içindeki bütün telaşları silen omzunu seviyorum.

***

Beceriksizliğime, isteksizliğime, tutunamayışıma kızmayı erteliyorum. Birlikte süpürüyoruz içimi kaplayan huzursuzlukları. Birlikte gülüyoruz. Ben deli gibi gülüyorum.


24 Temmuz 2016 Pazar

durum bildirimi: dair ona cümleler

         havanın sıcaklığına hiçbir olumlu etkide bulunmayan ve beni hasta eden bu anlamsız rüzgar, şimdi bir apartmandaki açık bütün pencerelerin camlarından, evlere hapsolmuş perdelerin dış dünyayı keşfetmesine yardımcı oluyor. hiçbir şey olmamış gibi güneş tüm kızıllığıyla batıyor, ve ona, sanki büyüdüğünü söylediğim ay nereden olduğunu bilmediğim oradan doğuyor. birlikteyken o bile ne kadar güzel doğuyordu, ayrılık vaktini hatırlatan bir acıyla beraber. ama olsun, çünkü gün gelecek ve saatler, dakikalar hepsi bizim emrimizde işleyecek. kıracağız, bükeceğiz zamanı ve geçmesine izin vermeyeceğiz.* 
       mevcut telaşa ek bazı telaşlar, şehirdeki telaş oranını yükseltmiş olsa bile, bir dinginlik çöküyor işte güneşin gitmesiyle. insanların yavaş yavaş evlerine girmesi, çocukların sokaklardan bir bir çekilmesi töreni başlıyor. izlemesem de, duyuyorum. izlediğim tek şey yine binalar, ufku gözükmeyen bir gökyüzü ve perdeler... tören yavaşça, olaysız bitiyor. bir nefes daha veriyorum.
       oturup, sigaranın nasıl bittiğini anlamadığım bu köşemde, buraya deli köşem diyorum, o duruyor. yaratıcımla birlikte günün tahlilini yaptığım, gelecek planlarımı tasarladığım, bu tasarının içine yerleştirdiğim tüm eşyalar bir bir ona dönüşüyor, onun renklerini alıyor. sayılar bile, bağlamından koparttığım andan itibaren onu anlatan ifadelere bürünüyor. güne dair yapılacak tüm tahliller zaten onunla dolu. zihnimi başka bir şeye yorulmasın diye bir köşede oturtuyorum adeta. uslu uslu... zihnim de o an çiçek oluyor ve pür dikkat beni dinliyor.
işte o anları seviyorum.
         tepetaklak olmuş hayatıma bakıyorum. bu tepetaklak olmak, kötü giden bir hayat için mucizevi güzellikte oluyor takdir edersiniz ki. bu tepetaklak oluşta, kuşlar gözlerimin birazcık önünden uçarken bile hayatımı alıp ona götürüyor. kuş ölür, ben onu hatırlıyorum.
         torununu sevmekte olan bir babaannede, karşı apartmanın terasına taktığı lacivert ışıkta, bu küçücük manzaramda o var. bir temizlik malzemesi reklamında, kirlerin içine nüfuz eden temizlik maddesi gibi, hayatımın acı tatlı her ilmeğine nüfuz ediyor, ses etmiyorum. edebilir miyim? eder miyim? edemem, etmem. 
cevaplar belli. 
cevaplar belli olunca sorular kolaylaşıyor. 
ihtimallerin gelebileceği en güzel nokta o. böylece birbirine karışmış ip yumağını, onun kollarına sardıktan sonra düzenli ve kullanmaya hazır bir yumak haline getiriyorum. kediler oynasın diye önlerine bırakmalık, o hikaye kitaplarındaki kırmızı yumaklar...
        kedi misin diyor, evet diyemiyorum. belki de bundandır... ben kediye yumak hazırlıyorum. bunu yaparken ellerine bakıyorum. böylece 1 hafta bile geçmiyor. ne mutlu ki, artık olumsuz cümlelerime insanın içine içine oturan o kara noktayla değil "ama" ile devam ediyorum. böylece bütün olumsuzluğu bertaraf ediyorum.
hayatımdaki en güzel "ama" o. 
bütün olumsuz cümleleri bertaraf eden, bugüne kadar kullanmakta hep temkinli davrandığım, temkinli davranmasam da zaten kullanamadığım cümleler hayat buluyor.
bense, belki tedirgin, belki mutsuz, belki umutsuz olmam gerektiğini hissettiğim bu günlerde cümlelere hep onu serpiştiriyorum.
güzelleşiyor cümleler. 
süpürmüş oluyorum olumsuzlukları.
onu, çocukken anneannemlerin evinde fotoğrafını çektiğim ve sahip olduğum ilk kar küresi gibi odamın en güzel yerine bırakıyorum. sonsuza kadar izlemek için.

20 Temmuz 2016 Çarşamba

anladıklarım


       anlıyordum. ışıktan uzak o akşamüstü her şeyden daha iyi anlıyordum ki, içsel kaoslarımızda kaybolmaktan, dışsal bir kaos karşısında ne yapacağını bilememezliğimiz doruklarına varıyormuş. düşünce dünyamızda yarattığımız, bir bir inşa ettiğimiz ne kadar olasılık varsa, gerçek karşısında hepsi hiç var olmamış kalıyormuş. -ki zaten var olmadılar.- yine anlıyordum ki, vücut nasıl dış ortamla kendi ısısını eş hale getirmeye çalışıyorsa, yine aynı vücut, dışsal kaosla içsel kaosları da eş hale getirmeye çalışıyormuş.
       yaptığımız tek şey kendimizi, insanlara tepkilerimizi, insanların tepkileri karşısındaki duruşumuzu çözmeye çalışırken etrafımızda dönen dünyalardan bihabermişiz ve asıl çözmemiz gereken başka dünyalarmış. kendimizle çok fazla vakit kaybetmişiz belli ki.
       işte o akşamüstü, ışıktan ve huzurdan uzak, o akşamüstü anlıyorum ki, belli sıradanlıkların insanlarıyız.o kadar alışmışız ki hiçbir şey ama hiçbir şey olmayan yaşantımıza kendimizi kilitlemeyi, mahsur kaldığımız bu yerden dışarıya adım atmak zorunda kalınca kelimesiz kalıyormuşuz.       yapabildiğimiz yegane şey, geriye kalan birkaç sevdiğimizin hayatla olan bağıymış. 
        onun yanındayken dünya sabit... dünya düz... bütün bilimsel teoriler çöp... dünyada, el ele çıktığımız o yokuşlar bile yok. öylesine sorunsuz bir zeminde, senkronize adımlarla yürüyoruz. yine onun yanındayken güneş batmıyor, ay doğuyor. ben aslında yorulmuyorum bile. nefes nefese kalıyorum, ama yorulmuyorum.
       kendi düzlüğüme ulaşmanın keyfini sürmek isterken, bambaşka telaşlar vuku buluyor. bu bambaşka telaşlar, ben o yokuşları çıkarken olsa ağlayarak geri döneceğim cinsten. odamın ortasına çöküp, korkudan tir tir titrerken kendimi kaybedeceğim, bir daha asla bulamayacağım, bugüne kadar uğrunda yok olup gidemediğim ne varsa hepsi için yok olup gideceğim cinsten.
       ama onun gözlerine bir daha bakmak isteği, her şeyden ağır basıyor. onun gözleri alelade olmayan cinsten bir kahverengi. bu öyle bir kahverengi ki, oturduğumuz yerden tanrısal bakış açısını bakışlarımıza yükleyen, "yokmuşuz gibi" hissettiren, ama aslında yepyeni bir dünya var eden bir kahverengi. kaçamadığım, kaçmak istemediğim, yorulmadığım, nefes aldığım, her şeyi unuttuğum, hiçbir şeyi umursamadığım, sevdiğim ve çok sevdiğim... öyle bir kahverengi işte.
       geleceğe dair yapılan planlarımızın gerçekleşme olasılığının belki de hayatlarımız boyunca en düşük olduğu, o ışıktan uzak akşamüstü anlıyorum ki, başka seçeneğimiz yok. yine el ele verip o yokuşları çıkmaktan başka; içtiğimiz sudan, bünyemizin her tarafına eşit dağılmış en ufak sevgi zerresine kadar her şeyi paylaşmaktan başka, kedileri sevmeye devam etmekten başka hiçbir şansımız yok.
aynı yolda yürüyüp, aynı şiiri düşünerek yürüyeceğimizi anlıyorum.
bir sabah uyandığımda, onun günü asıl aydınlatan kelimelerine bakarken ülkemizin jeopolitik konumunu unutacağımı ve bundan asla pişmanlık duymayacağımı anlıyorum.
neyin ne olduğunu anlamıyorum ama, bunları çok iyi anlıyorum işte.
yaşananlara üzgünüm...ama kafamı yaslayınca yaşananları yaşanmamış kılan bir omzu var.
en fazla bu kadar üzgünüm işte. hiçbir şey olmamış kadar.
huzursuz bir akşam çöküyor, bana dokunmadan geçiyor. 

13 Temmuz 2016 Çarşamba

kısa: muhtemel bir zincirin halkası

       
       Sinek vızıltısına takıldı aklı ve sinekle birlikte bir bilinmezliğe doğru ilerledi. Bu ilerlemeyi durdurmanın da hiçbir yolu yoktu üstelik. Düşündü… Geçmişini inşa eden unsurların hepsini, tek tek düşündü. En son bu sinek vızıltısını duyduğu ana doğru ilerliyordu belli ki.
Sevginin en geniş anlamıyla kendine yer edindiği bir zamana gitti. Öyle bir zaman ki, kendine dair tanımları gelişkin olmadığından mı yoksa tam anlamıyla eksiksiz hissettiğinden mi bilinmez, içi huzurla doldu. Fakat bu huzur, her zamanki gibi çok kısa sürdü. Çünkü her şeyin eksiksiz olduğu bir anı yakalamak için sağa sola delice koşturduğu yıllar, ona bomboş avuçlardan başka bir şey kazandırmış değildi.
       Zaten o da artık aramayı bıraktı. Böyle en ufak seste, doğanın minik bir kıpırdanışında, camdaki yansımasında bir umut bulup, istediği yere gidiyordu. Bundan başka tesellisi olabilir mi?
Sürekli olarak cama çarpan sinek, bir türlü pencerenin açık kısmını keşfedemiyor, keşfedemedikçe sinirleniyor, sinirlendikçe cama daha hızlı çarpıyor gibiydi. Eliyle tutup atsa biliyor ki zarar verecek, kendi haline bıraksa çarpmaların etkisiyle sarhoş olan sineğin istikbali hiç hoş olmayacak. Ve yine biliyor ki, o sinek vızıltısı sussa, sanki bütün büyü bozulacak, gittiği o şehirlerden, o evlerden, o odalardan birer birer toplanacak dağılan bütün parçaları. Bunu başaracak gücü var mı, o an için bilemiyor.
       İzlediği sineği rahat bırakma kararı alıp, uzandığı koltuğa geri dönüyor. Vızıltı da beraber… Kötü bir işçiliğin sonucu ortaya çıkmış bu beyaz tavanı izlemekle geçirecek tüm gününü. Beyazın insanı içine alıp, sarıp sarmalamayan ve hatta üstüne hiç olmadığı kadar yabancı hissettiren tonları da varmış meğer. Bu eski otel ve eski tavanın suçu mu? Yoksa seneler sonra dönüp geldiği bu yerde, her şeyin, hislerin bile aynı kalmasını beklemek gafletine mi düşmüştü?
       İşte bu soruyu da tıpkı sinek gibi rahat bırakıp, oturduğu yerden kalktı. Odaya sığamadığını hissetti. Sinek vızıldamaya, içi daralmaya, sorular beynine hücum etmeye devam etti. Tespit edebildiği ya da edemediği ne varsa, küçük dikenler gibi batmaya başladı vücuduna. Sanki şimdi kalbi göğüs kafesinde değildi, boğazından yukarı, beynine doğru çıkmaya çalışıyordu. Kafası zonklamaya başladı. Kısacık bir sürede ter içinde kalmıştı bile. Daha fazla ayakta duramazdı. Hızlı ama küçük adımlarla kararmış etrafından bulabildiği nesnelere tutunarak pencereye gitti. Sineğin sesi yükselmişti şimdi. Belinden daha aşağıda konumlanmış pencerenin kenarına oturdu, gözlerini sıkıca kapattı.
       O an her şey durdu. Sorular, sinek, kalbi… Görüp görebildiği tek şey, gözünü yummanın getirdiği turuncudan kırmızıya dönen büyük yuvarlakların içinde, serbest bırakılmış güvercinler gibi sağa sola koşturan küçük beyaz noktalardı. Derin bir nefes aldı.
Yanındaki komodinin üzerine yerleştirilmiş eski örtüyü kaptığı gibi sineği çıkış yoluna doğru nazikçe sürükledi. İlk başta direnen sinek, şimdi çarptığı şeyin bir cam olduğunu fark etmiş olmalı ki, olağanca hızıyla uzaklaşıverdi pencereden. Yapmıştı, başarmıştı. Onu yaşatan günlere geri götüren bir şeyi yok edebilmişti işte. Kurtulmuştu. Bu harika bir başlangıç bile olabilirdi.
       Ne için?
       Sahi, ne için…

       Şimdi duyabildiği tek ses yan odadan gelen elektrikli süpürge sesiydi… Temizlik… Temizliğin kendine has sesi… Tıpkı eski günlerde olduğu gibi...

1 Mayıs 2016 Pazar

tasdikli tırtıllar, beni rahat bıraksın

       soğuk bir kış gününde, masaları boş kalmış bir aile çay bahçesinin hüznünü taşıyorum içimde.her masayı dolduracak her aile için, her ailenin her ferdi için üstelik.
       rüzgar öyle sert esiyor ki, kafamın içinden beynimi bile alıp götürecek gibi. öylesine amaçsızca yürüyorum boş denilemeyecek sokaklarda.
       her şeye bir anlam yüklemeye çalıştığımdan değil, biliyorum.ama her şeyin ardındaki anlamlar saklandıkları yerden sinsice kafalarını uzatıp beni kışkırtıyorlar. kafalarına tek tek vurup, yerlerine girmelerini sağlamam için olağanca bir çaba sarf ediyorlar.
yapmıyorum.
buyrun zihnimi işgal edin bakalım.
       yürüdükçe her şey tuhaflaşıyor.camında "pisi pisi bulunur" yazan bir kırtasiyeyle karşılaşınca, ilkokulda giydiğim beyaz pisi pisileri düşünüyorum. ve sonra da sözlüklerin imkansızlığını. her sözcüğün, içinde bulunduğu anı sayısına eş değer farklı farklı anlamları vardır. zaman geçtikçe insanın sözlüğü büyüyor, bütün anlamlar birbirine karışıyor.
       beklemediğim olaylar yaşadığım günlerin, heyecan kelimemi büyütmesini izledim. şimdi onları birbir gözden geçirme zamanı.
bunu yapacak gücüm var mı?
sanmıyorum.
rüzgar öyle sert esiyor ki...öyle sert işte.
        umulmadık yerlerde, umulmadık kişilere, umulmadık şeyler anlatıyorum. kendimi anlamaktan aciz olduğumu unutup, kendimi anlattığıma inanıyorum. oysa onlar da biliyor ki hiçbir şeyin tek bir sebebi yok. ne yapıyorsam bu bilinçle yapıyorum. bu hatayı göz göre göre yapıyorum, çünkü... diye başladığım cümleyi de tamamlayamıyorum. çünkü, dedim ya, her şeyin bir tane sebebi yok.
içimde devleşen tüm kaosları sakinleştirmeye çalışıp, gittiğim ilkokul günlerimden geri dönmek zorunda kalıyorum.
        insanlar bazen bunu bilmemekte ısrarcı oluyor fakat, 1 saniyede bile konuşabiliyoruz birbirimizle. bir bakış, insanın içindeki her şeyi ele verebiliyor. bunu fark etmemiş olamazsınız.
"ne şirin çocuksun." diyecekken çocuğa, babası bakışlarımı çekiyor hemen ve
"evet, bu tatlı çocuk benim çocuğum." diyor. ve devam ediyor. "biz, ikimiz, bu arkamda yürüyen kadın ve ben, birkaç sene önce hayatlarımızı birleştirmeye karar verdik. sonra nikah tarihi aldık, herkesi birtakım sorular yanıtlamamızı izlesinler diye, vasat bir maniyle davet ettik, e o kadar çağırdık tabi, dolayısıyla soruları evet diye yanıtladık, bu kadın benim ayağıma basmaya çalıştı, salondakiler gülüştü. güzel olduğuna inandığımız şekerler aldık, onları süsledik. adlarına nikah şekeri dedik. gerçi ben uğraşmadım bunlarla, eşim halletti. düğün diye bir şey yaptık. bir sürü gerekli gereksiz insanı, basık bir salona topladık. müzikler çaldılar, dans ettik, pasta kestik. herkes alkışladı. demek ki güzel bir şey yaptık. sonra ensemize tutunan kırmızı kurdeleye paralar ve takılar taktılar. memnun olduk. her şey güzel gitti. bu kadınla yaşamak güzeldi. yemeğimi yapıyor, çamaşırları yıkıyor, evi siliyor süpürüyor, ne desem yapıyor. gerçi yemekleri biraz tuzsuz oluyor her seferinde, ama ne diyeceksin, uğraşıyor o da işte.en azından tek değilim.akşam meyve soyuyor, yiyorum.arada kahveye gidiyorum ama fazla durmadan dönüyorum. dört beş adamın bir araya gelip memleketin haline dair konuşmalarını onunla dinliyorum. gerçi o bir şeyler örüyor, bana kahve pişiriyor. ben sigaramı yakıyorum, ayaklarımı kraliyetimin yegane tahtı olan üçlü koltukta uzatıyorum. her şey güzel gitmeye devam ediyor. kurallar gereği çocuk yapmamız lazım. yapıyoruz. o da çok şükür güzel bir şey oluyor. bak, gördün mü sen bile nasıl da beğendin eserimizi? güzel yapmışız değil mi? tatlı olmuş? değil mi? evet, o benim çocuğum.."
       çocuk en önde, genç adam arkada, eşi de onun arkasında ilerliyorlar.bir saniye daha sürse gözlerimizin karşılaşması, kim bilir neler anlatacak. seni dinleyecek vaktim yok genç adam, biraz daha acele edin de otobüsü kaçırmayın. birlikteliklerini tasdiklemiş her 21. yüzyıl çiftinin gururuyla, minik bir tırtıl gibi geçip gidiyorlar yanımdan.
       hepiniz minik tırtıllarsınız. bu gururu yaşayın. benden yaşamamı beklemeyin.
benden hiçbir şey beklemeyin. genel olarak beklentilere cevap verebilen bir insan değilim. bugüne kadar çok uğraştım, ama olmadı. artık bunlardan muaf tutulmalıyım.
takdir edersiniz ki, rüzgar çok sert esiyor ve ben rüzgara karşı direnmekte güçlük çekiyorum.


2 Nisan 2016 Cumartesi

nereye gidiyormuşum?

yıllar sonra öf dedim anneme. büyük günah. ama annem geldi gönlümü almaya. neden? çünkü hastayım. yaptığım her şeyin bir açıklaması olabilir. ya da ağlarken bulur beni bir kenarda. o zaman kızamaz, o zaman çözülür bütün düğümler.
öf dedim, çünkü sinirli bir ses tonuyla, beni kullanan insanlara kızdı. ben üstüme alındım, bana kızmış gibi oldu. kırıldım. kırıldığımı belli etmemek için de sinirlenmiş gibi yaptım.
gideceğim! diye bağırdım.
nereye gidiyormuşsun? diye bağırdı o da. fazla ciddiye almıştı. öylesine söylenmeye, sinirlenmeye hakkım yokmuş gibi ciddiye aldı hem de. oysa gitmek istiyor olmamın sebebi o değildi ki, sendin. yanına gelmenin tek yolu burada gitmekti diye, gitmek istemiştim.
halbuki sana geliş yolumu bile kapatmıştı bu beni kullananlar. sen tabi bunları da bilmedin, nereden bileceksin. annem de bilmedi. o, beni düşündüğünden sinirlendi, seni değil.
ilaçlarımı düzgün içmiyorum. ondan mı böyle bulanık hissediyorum acaba? yoksa bulanık hissettiğim için mi mi ilaçlarımı da düzgün içemiyorum? tıpkı hiçbir şeyi düzgün yapamadığım gibi. ne kadar gidersem gideyim bu döngünün başını bulamayacağım.
düzgün saatte uyanmıyorum, düzgün saatlerde düzgünce yapmam gereken işleri yapmıyorum, sorumluluk duygumdan gittikçe uzaklaşıyorum, hayallerim ve hedeflerim ellerimi hiç tutmamışçasına bırakıyor, dua etmiyorum, düzgünce yürümem gereken yollarda yamuk yumuk yürüyorum, düzgünce yürümem gereken yollarda şarkı söylemeye çalışıyorum ama nefessiz kalıyorum, düzgünce konuşmam gereken şeyleri konuşacakken "kafam yerinde değil." deyip geçiştiriyorum. ama asla yalan söylemiyorum.
kalbim deli gibi çarpıyor. uzun zaman sonra ilk defa. sabahleyin karşı apartmanın çatısına konan kuşların kanatlarını hissediyorum içimde. hiçbir zaman emin olamadığım sağımda ya da solumda, göğsümde işte. deli gibi çarpıyor. 
panik atağın yok demişti doktor. yoktur elbette. her zaman olmuyor bu zaten. doktora gittiğim zaman hele, hiç olmuyordu. ilaçlarımı düzgün içmiyorum, kesin ondan oluyor.
gelip kitaplarıma bakıyor.
"ben de kitap okumak istiyorum." 
"oku." diyemiyorum. "okuma." hiç diyemiyorum. karıştırıyor masadaki kitapları ama inan ben de bilmiyorum o kitaplar nereden çıktı. ben o sırada ufak bir peçete parçasına burnumu siliyorum. ağlarken suç üstü yakaladı beni, evet. 
"ayakların yere sağlam bassın, en ufak dalgayla birlikte sürüklenip gitme.sen bunu yapabilecek güçtesin.akıllısın, zekisin."
"değilim." diyemiyorum. "öyleyim." hiç diyemiyorum. gözlerimden yaşlar akıp gidecek gibiler. belli ki en ufak dalgayla birlikte...
ne sana kızdım, ne o adamlara, ne de ona. zamanın geçtiğini bu kadar fark etmemiş olmama kızdım. kendime kızdım.
nisan, mayıs, haziran, temmuz... yuh! dört ay olmuş. nasıl fark etmem bunca zamanı? hangi hafta, hangi gün, hangi pazartesi, salı, çarşamba? beni beklemeden geçip gitmişler. ben en ufak dalgayla sürüklenip gittiğim sırada mı geçtiler, bilmiyorum. ama yemin ederim, bakın yemin ederim ki fark etmedim.
hep tartışırım insan mutluyken mi hızlı geçer zaman, mutsuzken mi diye. önceden mutsuzken derdim. ama şimdi zaman kavramımın bana ne ifade ettiğini çözmekle meşgulüm. önce onu bulmam lazım. ve bu mutluluk değil, ondan eminim. ne olduğunu ben de bilmiyorum. geri dönüşü olmayan bir yol belki de. (geri dönüşü olmayan bir yol, his değildir. tutarlı ol biraz.) ilaçlarımı düzgün içmiyorum, kesin ondan karıştı kafam böyle. 
başım hep ağrıyordu, hala ağrıyor. ona da kızmıyorum, o da alışkanlıklarını bırakamıyor belli ki. o yüzden kızmıyorum evet. kendim söz geçirebiliyor muyum kendime. bırak deyince bırakabiliyor muyum? düşünme deyince düşünmeyebiliyor muyum? yapma deyince yapmayabiliyor muyum sanki? 
biliyor musun çok çok çok ince bir çizgiyle ayrılmış gibi her şey. nasıl davranıyorsam tam da öyle hissettiğim için davranıyorum. bir yandan da, hep sahneden kulise girecekmiş ve hata yapmamın önemsiz olduğu o yerde, yıllardır tuttuğum nefesi verecekmişim gibi. bunun seninle ilgisi yok. ben böyleyim, böyleyim, böyle olacağım.
bundan hoşnut değilim. ilaçlarımı düzgün içeceğim. 
her gördüğüm bana çok önceden gördüklerimi hatırlatıyor. bir sürü his içimde birikip duruyor. BİR SÜRÜ HİS. bunları ne kelimeye dökmenin, ne de kelimesizlikle açıklamanın bir anlamı var. susup duruyorum başka şeyler yaşıyormuş gibi davranıyorum. keşke, şimdi, tam şimdi, şuanda; istediğim yerde ve istediğim saatte olabilsem. BAKALIM O ZAMAN DA BÖYLE KONUŞABİLECEK MİSİN? MUTSUZUM DİYEBİLECEK MİSİN? BÖYLE ŞIMARIKLIKLARI YAPMA HAKKINI KENDİNDE GÖREBİLECEK MİSİN? 
haha.
yapamayacaksın.
ikimiz de biliyoruz; şimdi, tam şuanda, istediğim yerde olma şansım olsa nereye gideceğimi.